ESKİ YUNAN’DA TRAGEDYANIN
TARİHSEL MOMENTİ
Eski Yunanların tutarlı
bir sistem halinde örgütlenen, ilkelere dayalı saltık bir hukuk düşüncesi
yoktu. Onlar için adeta hukuk dereceleri vardı. Bir yandan hukuk gerçek
otoriteye, zorlamaya dayanıyordu; öte yandan kutsal güçleri: dünyanın düzenini,
Zeus’un adaletini devreye sokuyordu. İnsanın sorumluluğuna ilişkin ahlaki
sorunları da gündeme getiriyordu. Bu bakış açısından Tanrısal Dike’nin kendisi
de belirsiz ve anlaşılmaz görünebilir: İnsanlar açısından, akıldışı bir kaba
güç öğesi içerir. Yalvaran Kadınlar’da kratos
kavramının iki zıt anlam arasında yalpalandığını görürüz; sözcük kimi zaman
meşru bir otoriteyi, hukuken temellendirilmiş bir el koyuşu, kimi zaman da
hukuka ve adalete en şiddetli muhalif yanı içinde kaba gücü belirtir. Aynı
şekilde Antigone’de de nomos sözcüğü,
çeşitli baş kahramanlar tarafından kesinlikle birbirlerine zıt değerlerle
kullanılmaktadır. Tragedyanın gösterdiği, bir başka dike’ye karşı mücadele halinde olan bir Dike, sabitlenmemiş, yer değiştiren ve kendi zıddına dönüşen bir
hukuktur. Tabii ki tragedya hukuki bir tartışmadan çok farklı bir şeydir. Bu
tartışmayı bizzat yaşayan insanı, belirleyici bir karar almaya, hiç bir şeyin
hiçbir zaman istikrarlı da, tek anlamlı da olmadığı belirsiz değerler
dünyasında eylemini yönlendirmek zorunda bırakılan insanı konu alır. (18-19)
Trajik moment: toplumsal
deneyimin içinde bir mesafenin: bir yanda siyasal ve hukuksal düşünce öte yanda
mitlere ve kahramanlara değin gelenekler arasında zıtlıkların açıkça ortaya
çıkmasına yetecek kadar büyük, ama değerler çatışmasının hala acı verecek kadar
yoğun hissedilmesine ve durmadan bir karşı karşıya gelişin gerçekleşmesine
yetecek kadar kısa bir mesafenin açıldığı andır. (19)
İlk zamanlarda , tragedya
yarışmalarının kurumsallaştırılmasından bile önce, ilk temsillerden birini
öfkeyle terkeden Solon’un hoşnutsuzluğu; Ploutarkos’a göre, Peisistratos’un
giderek artan hırsından kaygılanan yaşlı yasakoyucu, ne de olsa bir oyun diye
savunma yapan Thespis’e, yurttaşlar arasındaki ilişkilere yönelik bu tür kurguların
sonuçlarının görülmekte gecikmeyeceği karşılığını verir. Kentdevlet düzenini
ılımlılık ve sözleşmeye dayandırmayı kendine görev bilen, soyluların kibrini
kırmak zorunda kalan ve yurdunda tiranın hybris’ini engellemeye çalışan bilge,
ahlakçı ve devlet adamına göre “kahramanlık” geçmişi sahnede tehlikesizce
temsil edilemeyecek kadar yakın tarihli ve canlıdır. (20)
ESKİ YUNAN TRAGEDYASINDA
GERİLİMLER VE ÇOK ANLAMLILIKLAR
Traegdya Yunanistan’da
VI. Yy.’ın sonlarında ortaya çıktı. Henüz yüzyıl akıp gitmeden, tragedyanın
atardamarı çoktan kurumuştu ve IV. Yüzyılda Aristoteles Poetika’da onun
teorisini oluşturma işine giriştiğinde, deyim yerindeyse kendisine yabancı hale
gelmiş trajik insanın ne olduğunu artık anlamıyordu. (23)
Tragedya “bir aksiyonu ve
yaşamı” temsil ederken bile gerçeğe aykırıdır. Tabii ki felsefi gerçeğe aykırı.
Belki birbiriyle çelişen iki önermenin biri doğruysa ötekinin kaçınılmaz olarak
yanlış olduğunu varsayan felsefi mantığa d aaykırıdır. Bu açıdan, tragedya
insanı, doğruyla yanlış arasında o denli keskin bir kopukluk yaratmayan bir
başka mantığa bağlı görünür. Bir tezin mutlak geçerliliğini göstermeye değil,
dissoi logoi’ler, karşıtlıkları içinde birbirlerini çürütmeden çarpışan, iki
karşı kanıtlamanın herbirinin sofistin isteğine ve kelamının gücüne göre
ötekine baskın çıkabildiği çifte söylemler oluşturmaya çalıştığına göre,
belirsizliğe hala yer veren sofistlerin, retorikçilerin mantığıdır bu. (24,
dn.)
Tragedyanın deinos diye nitelendirdiği; hem ustaca
düşünüşüyle tüm doğaya egemen olan, hem kendini yönetemeyen, hem ileri görüşlü
hem kör, hem suçlu hem masım, hem fail hem meful olan, anlaşılmaz ve yoldan
çıkaran canavar yaratık (insan) nedir? Bu insanın, sahnede kararlaştırdığını,
insiyatifini aldığını ve sorumluluğunu taşıdığını gördüğümüz fakat hakiki
manaları onun ötesinde ve idrakinin dışında kalan edimlerle ilişkisi nedir? Bu
idraksizlik öyle bir derecededir ki, edimci edimi açıklamaz; onun yerine edim
gerçekleştikten sonra asıl anlamını ortaya koyar, edimciye geri döner, onun kim
olduğunu ve bilmeden neyi gerçekleştirdiğini ortaya çıkarır. Özetle hiçbir
kuralın kesinkes yerleşmiş görünmediği, bir tanrının başka bir tanrıyla, bir
hukukun başka bir hukukla çatıştığı, eylemin sürdüğü sırada bile adaletin yer
değiştirdiği, döndüğü ve tersine dönüştüğü, çelişkilerle parçalanmış, belirsiz,
tanrısal, doğal, toplumsal bir dünyada bu insanın yeri nedir? (27)
Tragedya, toplumsal
gerçekliğe hiçbir türün olmadığı kadar kök salmış görünse de, bu, onun
yansıması olduğu anlamına gelmez.
Tragedya bu gerçekliği yansıtmaz, onu tartışma konusu yapar. Dram
sahneye eski bir kahramanın efsanesini taşır. Kentdevlet açısından bu efsanevi
dünya onun geçmişini oluşturur. Cisimleştirdiği mitsel geleneklerle hukuk ve
siyaset düşüncesinin yeni biçimleri arasındaki tezatların açıkça ortaya
çıkacağı kadar uzak ama, değer çatışmalarının hala acı acı hissedildiği ve
karşılaşmanın kendini sürekli duyurduğu kadar yakın bir geçmiş. Walter Nestle,
haklı olarak, tragedyanın, mite yuttaşın gözüyle bakılmaya başladığı zaman
doğduğu gözleminde bulunur. Ama bu bakış altında dayanıklılığını yitiren,
eriyip dağılan yalnızca mit dünyası değildir. Kentdevlet dünyası da aynı
şekilde tartışma konusu edilir ve tartışma aracılığıyla, temel değerlerine
karşı çıkılır. (28)
Sorular bir kez
sorulduktan sonra, trajik bilinç açısından onu tümüyle doyuracak ve
sorgulamasına son verdirecek yanıt yoktur. (30)
(Tragedyadaki karakterin
tutarsızlığı) Burada günümüzde anladığımız anlamda kişiliğin birliği ya da
süreksizliği söz konusu değildir. Aristoteles’in de kaydettiği gibi tragedya
bir karakterin gereklerine uygun olarak seyretmez; tam tersine aksiyonun yani
tragedyanın tam bir öykünmesi olduğu mythos’un, fablın gereklerine boyun eğmek
zorunda olan karakterdir. (33-34)
Ethos-daimon, targedya
insanı bu aralıkta oluşur. Bu iki terimden biri yok edildiğinde o da
kaybolur.... Herakleitos’un ünlü formülünün ethos antropos daimon ikili
yorumuna dayandığını söyleyebiliriz. Formül heriki yönde de okunabilir: insanda
daimon diye adlandırılan onun karakteridir –ve tersi- insanda, karakter diye
adlandırılan aslında bir daimondur. Günümüz düşünme tarzı açısından (ve zaten,
büyük ölçüde Aristoteles’in düşünce tarzı açısından) bu iki yorum birbirini
dışlar. (35)
Bu gerilim tragedyayı
yanıt içermeyen bir soru haline getirir. Tragedya perspektifinde insan ve
insana değin aksiyonun izi, tanımlanabilir ya da betimlenebilir gerçeklikler
olarak değil, sorunlar olarak yansır. Bu sorunlar çifte anlamları asla
belirlenemeyecek ve tüketilemeyecek bilmeceler olarak ortaya çıkar. (36)
Tragedya, diye kaydeder
Aristoteles, bir eylemin taklididir, mimesi praxeos’tur. Hareket etmek üzere
olan kişileri, prattontes’i simgeler. Dram sözcüğüyse, Attika’da hareket etmek
anlamındaki prattein’e denk düşen Dor dilindeki dran’dan gelir. Gerçekten,
insanın hiçbir zaman fail olarak düşünülmeyerek, aksiyonun kategorisinin
belirtilmediği lirik şiirin ve destanın aksine, tragedya, bireyleri davranış
içinde tanıtır; onları tümütle taahhüt altına sokan bir tercih kavşağına
yerleştirir; onları karar aşamasında, hangi tarafı tutmanın daha iyi olacağını
kendi kendine sorarken gösterir. Orestes, Adak Sunucular’da “Pylades, ne
yapmalı?” diye haykırır. Pelsgos da Hiketides (Yakarıcılar) oyununun başında
“Ne yapacağımı bilmiyorum; yüreğim sıkıntı dolu; hareket etmeli miyim, etmemeli
miyim?” diyerek düşüncesini açığa vurur. ... harekete geçmeden önce tedbir
olsun diye Tanrılara sorular sorduğunda Tanrılar da konuşmayı kabul ettiğinde,
yanıtları, düşüncelerini bildirmeleri istenen durum kadar belirsiz ve
anlaşılmazdır. (43-44)
Eski Yunanda hakiki irade
teriminin ve sözlerinin olmadığı bilinmektedir. (...) İnsan, ne ölçüde
eylemlerinin kaynağıdır? Kendi iç dünyasında düşünüp taşınmasına, inisiyatifi
ele almasına, sorumluluğu yüklenmesine rağmen, bu eylemlerin gerçek kaynakları
ondan başka bir yerde değil midir?
ESKİ YUNAN TRAGEDYASINDA
İRADENİN BOY GÖSTERMESİ
Eylemin merkezi ve
kaynağı olan bireyleşmiş fail olmaksızın hiçbir eylem olmaz; eyleme karar veren
ve aynı anda onun tam sorumluluğunu yüklenen özneyi eyleme bağlayan bir güç
olmaksızın hiç fail olaz. Bu bilgiler bize, artık hiç sorun görünmeyecek kadar
doğal geliyor. İnsanın karar verdiğine ve kollarının, bacaklarının hareket
ettiği gibi “irade”yle hareket ettiğine inanmaya alışığız; arkaik ve klasik
Yunan’da, dilinde bizim irade sözcüğümüze uygun düşen hiç bir sözcüğün olmadığı
bir uygarlıkta, o dönemin insanlarını, onlara rağmen adlandırmadıkları bu iradi
işlevle donatmakta tereddüt etmiyoruz. (50)
Tıpkı irade kavramımız
gibi, tercih ve özgür tercih, sorumluluk ve niyet gibi kavramlarımız da
eskilerin zihniyetine uygulanamaz. Çünkü bu kavramlar orada çağdaş bir zihni
bulandırabilecek değerlerle birlikte ve öyle bir görünüm altında kendilerini
göstermektedirler. (55)
Platon “kötülük yapma bir
cahilliktir, bilgisizliktir” der. (...) Kabahat, hamartema, bütünüyle düşüncenin hatası, dinsel leke, manevi
zayıflık biçiminde ortaya çıkar. Hamartanein,
başarısızlığı beraberinde getiren bir körlük, akıl şaşırması anlamında
yanılmaktır. Hamartia akıl hastalığıdır,
suçlu bir hezeyanın pençesindedir, sağduyudunu yitirmiş adamdır, demens’tir, hamartinoos’tur. Bu kabahat deliliği ya da Eski Yunanca adlarını
verecek olursak bu ate, bu Erinys bireyi içten kuşatır; uğursuz dinsel bir güç
gibi ona nüfuz eder. Fakat bir anlamda onunla özdeşleşirken, aynı zamanda onun
dışında kalır ve onu aşar. (64)
Yorumlar
Yorum Gönder